Saat 16:00’da son bir e-posta daha göndererek bilgisayarımı kapatıyorum ve Sakallı ile Türkiye’nin en batı ucuna, güneşin en son battığı Gökçeada’ya doğru yola koyuluyoruz. Tekirdağ, Malkara, Keşan yolunu takip edip Keşan’dan Gelibolu yoluna sapıyoruz. Gelibolu ile Eceabat’a gelmeden feribota bineceğimiz Kabatepe arasında ben depoyu daha önce doldurmadığımdan dolayı benzin almak için harcadığımız zaman zarfında Sakallı bizi geçen arabaları sayıyor, bir yandan da bana söyleniyor. Hepsinin Gökçeada’ya gittiğini düşünüyoruz ve günün en son seferi olan 21:00 feribotunu kaçırır mıyız korkusu sarıyor bizi. Yakında bu endişeden tamamen kurtulacağız zira Ağustos ayının ortalarında Türk Hava Yolları’nın Sabiha Gökçen Havaalanından Gökçeada’ya direkt seferleri başlayacak. Saat 22:30’da feribottan inerek adanın merkezine geliyoruz. İlk gözüme çarpan yenilik adaya öğlen saatlerinde vardığımızda avcı böreği ile mantısını yemek için mola verdiğimiz merkezdeki Ecem Mantı Salonu’nun (0286 887 23 06) hemen karşısında bu sezon açılan 4 katlı, neon ışıklarla aydınlatılmış Kale Palace Oteli oluyor. Otelin sahibi, Karadeniz’den göç etmiş bir ailenin çocuğu olan ve Kaleköy Limanı’nda da Kale Otel isimli daha küçük bir otelin de sahibi Şenol Dağınık.
Merkezden geçerek, eski bir Rum köyü olan Zeytinli’ye (Ayatodori) gidiyoruz. Zeytinli Köyü adanın en eski yerleşimlerinden biri. Dünyadaki yaklaşık üç yüz milyon Ortodoks Hristiyan’ın ruhani lideri, 1991 yılında Patrik ilan edilen 1. Bartholomeos 1940 yılında Zeytinli Köyü’nde dünyaya gelmiş. Patrik senede birkaç kez, özellikle her sene 15 Ağustos’ta kutlanılan Meryem Ana Panayırı için Gökçeada’ya geliyor. İki eski taş Rum evinden oluşan Zeytindalı Hotel’e vardığımızda seneler içinde gide gele artık dost olduğumuz otelin işletmecisi Nurten Hanım ve işletme müdürü Yaşar kaptan ve kardeşi ve otel sorumlusu Nuri kaptan kapıda karşılıyor. Her ne kadar sohbet etmek istesek de yol yorgunluğu ağır basıyor, bembeyaz lavanta kokulu çarşaflı yatağa başımı koyar koymaz uykuya dalıyorum.
Ertesi sabah horoz sesleri eşliğinde uyandığımızda kahvaltı bizi bekliyor. Ev yapımı incir, vişne, çilek ve portakal reçelleri ve köy yumurtası ile yapılan kahvaltı sonrasında denize girmek üzere yola çıkıyoruz.
Gökçeada’nın dibek kahvesi meşhur. Sabah kahvesi seviyorsanız Madam’ın Yeri’nde –şimdi oğlu Kosta işletiyor- mutlaka uğrayın. Dövülerek öğütülen bu kahveyi adada sadece Zeytinli köyünde içebilirsiniz. Madam’ın Yeri dışında Nefise Karatay’ın babası Orhan Bey’in işlettiği kahvede ve Panayot Usta’nın kahvesinde de dibek kahvesini tadabilirsiniz.
Çamurunun deri hastalıklarına ve romatizmaya iyi geldiği söylenen Tuz Gölü’nü, Kokina ve Kapıkaya Plajları’nı geçip Karadenizli bir gemicinin ev yapmasından sonra Lazkoyu olarak anılan sahile gidiyoruz.
Cumartesi olduğu için biraz kalabalık. Geçen sene sadece minik bir kafesi olan Lazkoyu’nda bu sene hasır şemsiyelerden kiralanabiliyor. Adanın hemen hemen hiçbir koyunda tesis yok. Mavi, turkuaz ve sonra laciverte dönen suya kendimi bırakınca sanki yeniden doğuyorum. Gökçeada’nın denizi bana göre en güzel deniz. Pırıl pırıl ancak güney sahilleri kadar tuzlu değil, Ege’nin rüzgar alan koyları kadar da bulanık değil su.
Yüzerken kendime yeni bir arkadaş ediniyorum. Adı Lokum (fotoğrafı yukarıda). O da benim gibi suyu seviyor. Deniz sonrası karnımızı doyurmak için adanın en kalabalık köylerinden biri olan Uğurlu’ya gidiyoruz. Uğur Cafe’de pide yiyoruz. Uğurlu’da ev pansiyonculuğu yaygın ancak bu sene evlerini tamamen pansiyona çeviren ailelerin sayısında ciddi bir artış var. Uğurlu’dan sonra sahil yolunu bırakıp adadaki yenilikleri keşfetmek üzere Sakallı adanın içine doğru kıvırıyor direksiyonu. Klimayı kapatıp, camları sonuna kadar açtıktan sonra kolumu uzun yol şoförleri gibi camdan dışarı sarkıtarak çam ağaçları ve zambaklarla çevrili yollarda ben de araba kullanmanın keyfini çıkarıyorum.
Çam kokusunu ciğerlerine çekebiliyorsun adada. Yolun karşına ne çıkartacağı hiç belli olmuyor, keçiler, büyük baş hayvanlar, ördekler görüyoruz, eşekle ya da traktörle seyahat eden köylülere selam veriyoruz.
Adada irili ufaklı tam 365 tane şapel bulunuyor, ormanların içerisine saklanmış. Bazen bunlardan birini yakalıyor gözümüz, mutlu oluyoruz. Bu ıssızlık, bakirlik, içedönüklük ben de hep adaya taşınma arzusu uyandırıyor.
Adada Türk köyleri olduğu gibi eski halini muhafaza eden Rum köyleri de var. Zaten Çağan Irmak da dedesinin hikayesini anlattığı son filminin Girit’ten göçü anlatan sahnelerini bu nedenle adada çekmiş. İlk durağımız adanın batı kısmındaki tek Rum köyü olan Dereköy (Skinudi).
Birbirine benzeyen taş evlerin tepeden baktığınızdaki görüntüsü insanı şaşırtıyor. Anayol üzerindeki Aya Marina Kilisesi ile köyün içerisindeki 1800’lü yılların başında inşa edilen Koimesis Tis Theotokos Kilisesi’nin fotoğraflarını çekiyorum. Derekeöy’ün merkezden gelirken yolun solunda kalan kilisenin de bulunduğu bu meydanı eskiden köyün en canlı yeriymiş. Ancak bugün sadece eski bir kahve açık ve bir şeyler içebileceğiniz, eş dostla sohbet edebileceğiniz tek yer burası. Sonra Yeni Bademli ve Eski Bademli (Giliki) köylerinden geçiyoruz. Eski Bademli köyü koruma altındaki dört Rum köyünden bir tanesi. Burada köyün tek kahvesini işleten ve kışları Atina’da yazları ise adada yaşayan Dimitri’ye selam vererek Yeni Bademli’ye gidiyoruz. Yeni Bademli Köyü’nde Isparta, Samsun, Trabzon ve İskenderun’dan gelen aileler oturuyor. Burası kelimenin tam anlamıyla bir pansiyon köyü. Karadenizli ailelerin işlettiği pansiyonlar sayesinde bu caddelerden biri “Pansiyonlar Sokağı” adını almış. Adanın bilinen en eski yerleşim yeri Kaleköy’e vardığımızda ise köyün girişinde bu sene açılan 8 odalı butik otel Aliş dikkatimi çekiyor. Taştan yapılan otelin dışı ve bahçesi (bahçesindeki salıncak!!!) çok güzel görünse de, odalarda ofis mobilyasını andıran dekorasyon tarzını pek beğenmedim.
Günbatımını tarihi kale kalıntılarının olduğu tepeden seyretmek üzere yukarı çıkıyoruz. Ege Denizi, Semadirek Adası, Kaleköy Limanı ve Çınarlı Ovası ayaklarımızın altında. Kalaköy Limanı da adanın akşamları en popüler yerlerinden biri. Denize karşı rakı&balık keyfi yapabileceğiniz Kale Restoran, Kalimerhaba, Balık ve yanında barı da bulunan Son Vapur limanın karşısında sıralanmış. Limanın en ucundaki yakın zaman önce restore edilen, bir zamanlar balıkçıların denize açılmadan kendilerini koruması ve tekneleri balık dolu olarak dönebilmeleri için Tanrı’ya dua ettikleri Aya Nikolas Kilisesi ise bembeyaz rengi ile limana ayrı bir hava katıyor. Yukarı doğru çıkarken solda yeni yapılan bir butik otel daha dikkatimi çekiyor. Bununla beraber adada bu yaz yapılan beş yeni otel sayıyorum. Çağan Irmak’ın filmi vizyona girdiğinde turist akınına uğrayacağı sanılıyor galiba adanın. Ne kadar yeni yapılar olsa da Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk isimli kitabında anlattığı eski Gökçeada kalabalığı, nüfusu yok artık. Köylerde yaşayanların sayısında zaman içerisinde ciddi anlamda azalma olmuş.
Akşamüzeri Ayfer Usta’nın lezzetli yemeklerini yemek üzere tekrar otele dönüyoruz. Adadaki domatesin kokusu bile bir başka.
Bir cevap yazın