Üç buçuk saat süren uçak yolculuğundan sonra Zaventem Havaalanı’na iner inmez bir taksi çevirerek Portekizli göçmenlerin açtıkları kafeler ve yeni trend şarap barları ile şu sıralar Brüksel’in en popüler mahallelerinden biri olan Saint–Gilles’e yürüme mesafesindeki Pantone Hotel’e gidiyorum. 2010 yılında açılan, iç mimar Michel Penneman’ın dekore ettiği Pantone Hotel açıldığı yıl Travel and Leisure Dergisi’nin verdiği “100 Oda Altında En İyi Otel” ödülünü aldı.
61 odalı butik otel ismini Pantone renk kataloğundan alıyor zira otelin her katına Pantone renk kataloğunun en canlısından en pasteline kadar uzanan renklerden biri hakim durumda. 1970’lerde inşa edilmiş bir binaya sahip olan otelin her köşesine neo-pop tarzı yansımış durumda; Pantone bisikletleri kiralayabiliyor, Pantone fincanlarda kahvenizi yudumluyorsunuz. Lobideki koltuklar bile Pantone renklerinde. 606 numaralı odada kalıyorum.
Odamın küçük bir oturma alanı ve balkonu var. Otelin sahibi İlan Haim ile sohbetimiz sırasında oteli çok beğendiğimi ancak odalarda mini-bar olmamasından dolayı şikâyetçi olduğumu söylüyorum. Yakında odalara Pantone renklerinde mini buzdolapları da koyacaklarını söylüyor. Brüksel’de kaldığım süre zarfında yaptığımız bir başka sohbette ise otelin bu kadar ilgi görmesinin sebebini iyi hizmet&makul fiyat prensibine bağlıyor. Neden Pantone diye sorduğumda ise “Şehrin biraz renge ihtiyacı vardı” diyor. Otelin kahvaltı saatini kaçırdığım için odama yerleşir yerleşmez bir taksiye atlıyor ve şehri yukarı ve aşağı olarak ikiye ayıran Place du Grand Sablon’a gidiyorum.
Brabant-Gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri olan Notre-Dame du Sablon Kilisesi’nin hemen karşısındaki Kanyon Alışveriş Merkezi dışında, yakın zamanda Bağdat Caddesi’nde de bir şube açmış olan Le Pain Quotidien’de üzerinde bal, çikolata sosu, reçel ve tereyağı yer alan ortadaki büyük masaya oturuyorum. Burası saat 12:00’ye dek kahvaltı servisi yapıyor. Menüsündeki çoğu ürün organik. Kruvasan, portakal suyu, çay, çırpılmış yumurta ve özel olarak üretilen buğday ekmeğinden oluşan kahvaltı tabağını sipariş ediyorum. (www.lepainquotidien.com). Kahvaltı sonrası Sablon’da kısa bir yürüyüş yapma kararı veriyorum. Hemen köşede bulunan ve harika porselen takımlar satan Gien France’yi ve alsam mı acaba diye içimin gittiği heykelleri vitrinine dizmiş 31 numaradaki Cento Anni’yi geçiyorum. Daha çok işadamlarının öğle yemeği için tercih ettiği 36 numarada bulunan İtalyan restoranı Il Gusto’yu aklımın bir köşesine yazıyorum. Belçika’nın tüm butik çikolatacılarının Sablon’da dükkânı var. Geçen sene Türkiye’de de açılan Godiva dışında benim favorim Place du Grand Sablon 39 numarada bulunan Pierre Marcolini’nin fındıklı ve bademli pralinleri (www.marcolini.be).
Çikolata almak için başka yere gitmeye gerek yok zira Neuhaus, Godiva ve Belçikalıların favori markalarından biri olan Leonidas’ın da burada bir dükkânı bulunuyor. 2009 yılında vefat eden, şapkaları Madonna, Harrison Ford, Sharon Stone gibi ünlüler tarafından büyük rağbet gören Elvis Pompilio’nun dükkanının vitrinine bir süre hayranlıkla bakakaldıktan sonra (www.elvispompilio.com) Sablon’un göbeğinde 18 numaradaki Taschen’e giriyorum.
Taschen (www.taschen.com) 1980 yılında Köln’de kurulan ve sonrasında pek çok şehirde şube açmış bir yayınevi. Sovyet mimarisini fotoğraflayan Frederic Chaubin’in sergisine göz atıyor, yeni çıkan yayınlara bakıyorum ve gözüm Paul McCartney ve çocuklarının katkıları ile hazırlanan Linda McCartney–Life in Photographs kitabına takılıyor (Koleksiyon serisi 750 Euro).
Macaronları ile ünlü Wittamer’den vanilyalı macaron alıp başta TenTen, Şirinler ve Red Kit olmak üzere Belçikalı ünlü çizgi roman kahramanlarını görmeye Rue des Sables üzerindeki Çizgi Roman Müzesi’ne (Centre Belge de la Bande Dessinée) gidiyorum ve 8 Euro ödeyerek bilet alarak müzeyi dolaşmaya başlıyorum (www.comicscenter.net).
İki katlı müzede altı binden fazla orijinal çizgi roman ilistürasyonu sergileniyor. Hergé adı ile çizim yapan Georges Rémi Ten Ten’i ilk defa 1929 yılında hayata geçirmiş ve gazeteci Ten Ten’in ilk macerası da Brüksel’deki Gare du Nord tren istasyonundan bindiği tren ile Sovyetler’e gitmek olmuş. (Tin Tin, The Land of Soviets). Burası çocuklar kadar büyüklerin de ilgisini çekebilecek bir müze. Müzenin çıkışında ise çizgi roman karakterlerinin plastik ya da seramik biblolarını alabileceğiniz harika bir dükkan bulunuyor. Fransızca ve İngilizce çizgi romanlar da bulmak mümkün. Müzeyi gezmem bittiğinde öğlen yemeği saati çoktan geçmiş oluyor.
Onbeş dakika yürüyerek şehir merkezine gidiyorum. Taksim’deki Çiçek Pasajı’nı andıran ve son zamanlarda Faslı, Tunuslu, Lübnanlı göçmenlerin işlettikleri balık restoranları ile dolu Rue Des Bouchers’te bu sefer ünlü midyeci Chez Leon yerine tam karşısında yer alan ve 75 yıldır harika midyeler yapan Aux Armes de Bruxelles’i denemeye karar veriyorum (www.auxarmesdebruxelles.be).
Başlangıç olarak karides pane ve ana yemek olarak da kremalı ve beyaz şarap soslu midye ısmarlıyorum. Tatlıyı pas geçiyorum zira aklımda waffel yemek var. Yemek sonrasında Rue des Bouchers’i kesen, 1847’de Rönesans sonrası tarza göre Belçikalı mimar Jean–Pierre Cluysenaar tarafından inşa edilmiş, Avrupa’nın ilk pasajı Galéries St- Hubert’teki lüks dükkânları geziyorum.
Galeri çıkışında hemen karşıdaki Pados Sandwich dükkânının sokağından içeri girerek Büyük Meydan’a (Grand Place) geliyorum. Niyetim Büyük Meydan’ın en eski bistrolarından Le Roy d’Espagne ya da La Chaloupe d’Or’da birşeyler içmek ancak hava güzel olduğu için oturacak yer bulamıyorum.
Bunun üzerine Büyük Meydan’dan çıkıp hemen sağdaki köşede Brüksel’in en iyi waffellarını yapan Gaufres de Bruxelles’e uğruyorum. Pudra şekerli bir waffel alıp yürüyerek yiyorum. Gare Centrale’de (Merkez İstasyon) metroya binerek önce De Brouckere sonra da Gare Du Midi istasyonlarında metro değiştirerek Horta istasyonunda iniyorum. Akşamüzerimi önce Art Nouveau tarzının babası olarak anılan Belçikalı mimar Victor Horta’nın ailesi için inşa ettiği Horta Müzesi’ni gezip sonrasında da dükkânlar kapanmadan biraz alışveriş yaparak geçirmek istiyorum. Kıvrımlı demir trabzanları, yaprak formundaki koltukları, ebeveyn banyolu ve yatağın başucunda bir dolabın içerisinde pisuar saklı yatak odası ile şömineli oturma odası gerçekten göz alıcı. Müzeyi dolaşmak yaklaşık 20 dakika sürüyor. En merak ettiğim yer olan mutfağı göremiyorum zira 2 yıl kadar süreceği tahmin edilen bir tadilat sürecinde. Bana mutfağın fotoğraflarını içeren bir kitapçık hediye ediyorlar. Müze sonrasında yemek saatine kadar önce Avenue Louise’de sonrasında da Boulevard de Waterloo’da dolaşıyorum.
Akşam yemeği için Belçikalı arkadaşım Karen ile Antoine Pinto’nun son zamanların en rağbet gören restoranı Belga Queen’de buluşuyoruz. Rezervasyonsuz yer bulmak zor. Restorandaki şaraplar Belçika’daki bağlarda üretilmiş (www.belgaqueen.be). Başlangıç olarak maydanozlu krakerle servis edilen karides kroket ısmarlıyorum. Ana yemek için ise tercihimi portakallı ördekten yana kullanıyorum.
[…] harika bir gün geçirmek için önerilerimi merak ediyorsan seni şöyle alayım! Bu yazı yetmedi, bir de nerede kalınır, yenir & içilir, alışveriş yapılır […]