Adada 3. günümüz. Zeynep kahvaltı sonrası üzüm bağlarını görmeye ve şarap tatmaya gidiyor. Ben yürüyüşe çıkıyorum. Komşu teyzelerle pazara, sonrasında kartlarımı göndermek için postaneye gidiyorum. Akşam yemeği için Maya’ya rezervasyonumuz var. Sahibi Selçuk Aykan arıyor. Kendisi sizli-bizli hitap şeklinden hoşlanmıyor, “Türkiye’de iş adamları sizli-bizli hitap eder birbirine” diyor. “Et mi, balık mı?” diye soruyor. “2 gündür öğlen akşam balık yiyoruz, bu sefer et olsun” diyorum. Bize ne hazırlayacak meraktayım. Sabah kahvaltısında akşam yemeğini düşünür haldeyim ama zaten adada yapacak daha iyi bir şey yok. Ya yemek yiyeceksin ya ne yiyeceğini düşüneceksin.
Zeynep gelince Limani’ye gidiyoruz. Adadan dönmek yerine bir gece de Limani’de kalmaya karar veriyoruz. Zeynep Rıfkı ile samimiyet kurarken ben Limani’nin sahibi Akın ile o Asos’a gitmeden kısa da olsa sohbet ediyorum.
Rıfkı kim dersen, Akın’ın Fransız bulldog cinsi henüz yavru köpeği. Öğreniyorum ki Limani (eski Zafer Otel) adanın ilk oteliymiş. 40 yıldır bakım&onarım görmeyen bu otelin işletmesini almış Akın. Otel işletmecisi dedim ama Akın 29 yaşında genç bir girişimci. Kıbrıs’ta okurken oradan öğrenci olarak Sidney’e gidiyor. Halkla ilişkiler, reklamcılık dersleri arasında harçlık kazanırım diye restoranlarda çalışmış. Sonra pub&restoran işletmiş. Türkiye’ye dönmeye karar verince de kendine yer bakmaya başlamış. Ailesinin Çanakkale’de de Limani isimli bir oteli var (www.limanihotel.com). Akın haftasonları adaya sık sık gelir, arkadaşlarının evlerinde kalırmış. O tatillerden birinde bulmuş burayı. 8-9 ay gibi kısa bir sürede inşaatı tamamlamış ve 11 odalı bir butik otel yaratmış. Odaların dekorasyonu sade ancak her ihtiyaca cevap veriyor. Sabah kahvaltılarının ve akşam yemeklerinin yendiği Raki restoranın hafif retro tarzı dekorasyonuna ise bayılıyorum. Tezgah üzerindeki manav tartısı, mavi koltuklar ile eski telefon benim olsun istiyorum. Akın otelle ilgili projelerini, hayallerini de anlatıyor. Arka bahçede doğal tarım yaparak kendi sebze ve meyvelerini yetiştirmek istiyormuş. Doğal üretimden söz ederken çevre konusuna da değiniyoruz. Otelde plastik şişe kullanılmıyor, sular bile cam şişede ikram ediliyor, mutfakta kullanılan yağlar ayrıştırılıyor ve Çanakkale’deki sanayiye gönderiliyormuş. Çevreye duyarlı olması ile de Limani kalbimi kazanıyor. Zeynep Rıfkı ile geliyor, Akın’a iyi yolculuklar diliyoruz ve denize girmek üzere Akvaryum koyuna gidiyoruz.
Akvaryum koyunda su cam gibi ve çok soğuk. Dün denize ayağını sokmaktan ileri gidemeyen ben koşarak giriyorum suya. Zeynep kıyıdan bana el sallıyor, onun suya girmeye niyeti yok. Denizde adada yazlığı olan teyzelerle sohbet ediyorum. “Sulubahçe’ye de gidin denize girmeye” diyorlar. Akvaryum’da tesis yok, duş, yok, tuvalet yok. Bikinisini havlu altından iki dakikada değiştiren kadınlara şapka çıkartıyorum. Acıktığımıza karar verip Sulubahçe tarafına gidiyoruz. Adanın en eski restoranı olan ve üç kuşaktır işletilen Koreli’de öğle yemeği yiyoruz. Mücver, zeytinyağlı fasulye ve semizotu salatası sipariş veriyorum, her birinden yarım porsiyon. Zeynep mantı istiyor. Benim fasulyeme ekmek banmaya başladığı zaman garsona dönüp; “ Bu kadının yemeğini hemen getirin yoksa aç kalacağım” diyorum. Garson halimize gülüyor, biz daha çok gülüyoruz. Yemek sonrası “Bi tavla patlatsak, bi de demli çay olsa” diyor Zeynep. Koreli’de demli çay olmadığını öğreniyoruz. Hayal kırıklığı. Zeynep; “Nasıl demli çay olmaz, bunu da yaz bloguna” diyor. Sulubahçe’ye gelince havlumu seriyorum, benim için uyku vaktidir diyerek gözlerimi kapatıyorum. Çalışan insan için ne büyük lütuftur öğle uykusu.
Akşamüzeri Zeynep’le denize giriyoruz. Otele dönerken Lodos’a uğrayıp karadut reçeli ile servis edilen sakızlı muhallebiden gene yesek mi diye düşünürken kendimizi Lodos’ta sakızlı enginar, zahter salatası, taze iç bakla, Girit mücveri sipariş ederken buluyoruz. Türkan Hanım bizi tekrar görmekten memnun. Kendisini masamıza buyur ediyoruz. Sohbet gene ada hayatı ve yemek üzerine. Bendeniz halimden memnun, ağzım, gözlerim, kulağım, midem bayram etmiş oturuyorum. Biz tam kalkarken Lodos’un garsonları için özel dikilmiş mavi t-shirtler geliyor. Türkan Hanım bizi de demirbaştan sayıyor ve t-shirt hediye ediyor. İyi, güzel yedik de 2 saat sonra akşam yemeği rezervasyonumuz var. Bu mide sınırlarını ne kadar zorlar? Adadan kaç kilo alınıp dönülür?
Otele gidip, derhal hazırlanıp çıkıyoruz. Selçuk Aykan’ın bağ evini akşam karanlığında bulmak o kadar da kolay olmuyor. Adanın içerisine giden yolda 2. Amerikan Çeşme’yi geçtikten hemen sonra sola döndüğünüzde toprak yolu takip edip ulaşıyorsunuz bağ evine. Selçuk bizi kapıda karşılıyor. Maya’da sadece 3 kişi çalışıyor ve maksimum 12 kişi için yemek yapılıyor. Tüm yemekleri Selçuk kendi yapıyor ama yakın zamanda işe başlayan bir de yardımcısı var. Masamıza önce hepsi kendi imalatı olan farklı peynirlerle dolu bir tabak geliyor. Sonrasında bir şarküteri tabağı, zeytinyağlı fasulye, havuçlu meze, sebze ızgara. Etlerimiz lüks restoranlardaki gibi tahta servis üzerinde sunuluyor, seçiyoruz ne istediğimizi. Selçuk mangalın başına geçiyor. “Çok çeşit yok bizde ancak her şey taze, siz gelmeden 2 saat önce yapılıyor” diyor. İlk sorusu “Burcun ne?” oluyor. Burcunu bilen ama yükselenini bilmeyen ben hemen canlı bağlantı ile anneme soruyorum. Doğum saatim öğreniliyor, Ipad’ten bakılıyor yükselenime. Selçuk’la burcumuz aynı ama yükselenimiz farklı. Sonra muhabbet işe geliyor. Selçuk, Rusya, İngiltere, Suudi Arabistan gibi birçok ülkede çalışmış finans sektöründe. Sonra danışmanlık vermeye başlamış. Adaya yerleşmeye de kızı Konca Aykan (Vogue dergisinde moda editörü)sayesinde karar vermiş. Kızı bulmuş bu evi ona. Üç senedir yılın nerdeyse 10 ayını bu evde geçiriyormuş. “ sektöründe başkaları için yaşıyordum, şimdi ise kendim için yaşıyorum” diyor. Küçük ama profesyonel bir mutfak yaptırmış. Şimdilerde kahvaltı ve akşam yemeği sunuyor misafirlerine. Evini çevreleyen yaklaşık 10 dönümlük bağda Merlot, Cabernet Sauvignon ve Kuntra üzümleri yetiştiriyor ve kendi şarabını kendi yapıyor. Bize de şaraplarından ikram ediyor. Bir arkadaşımın evinde yemeğe gelmiş hissindeyim. Neden peynir ürettiğini sorduğumda ise; “İstediğim damak tadında peyniri adaya getirmek çok pahalı olduğu için ve zaman zaman da istediğim gibi peynir bulamadığımdan, yani sırf kendim için üretmeye başladım” diyor. Selçuk arada içeri gidiyor, bilgisayarda çalan CD’yi değiştiriyor.
Yemek sırasında ortak tanıdıkların listesi dökülüyor. Bir dönem Manajans’ta çalışan Zeynep, Manajans’ın eski ajans yöneticisi Deniz Barlas’ın Selçuk’un komşusu olduğunu öğrenince çok şaşırıyor. Selçuk bir-iki telefon konuşması yapıyor. Yarım saat sonra Deniz Barlas ve Polente’nin sahibi Hüseyin Bey geliyor. Masamıza oturuyorlar. Bu sırada Zeynep köpekleri görmek istiyor. Selçuk’un Tara ve Uzo adında iki tane kurt köpeği var. Yeni şaraplar geliyor, purolar yakılıyor. Sohbet alıp başını gidiyor. Keşke diyorum Sakallı da burada olsaydı. Hüseyin Bey 4 yaşından beri adalı. Adada herkesi tanıdığı gibi İstanbul’da da nerdeyse tanıdığım herkesi o da tanıyor. Adada yaptıklarımızı ve ertesi gün yapacaklarımızı anlatınca; “Böyle olmaz canım, sizi bir gün de ben gezdireyim, adayı turist gözü ile değil, adalı gözü ile görürsünüz” diyor. Bu teklife nasıl hayır derim? Polente’ye tekrar gidersek Karadut, vişne ve gelincik votkalarını denememizi öneriyor. Deniz Barlas’ın hikayesi de Selçuk’inkinden farksız. Uzun yıllar yoğun tempo reklam sektöründe çalış, ajans yöneticisi ol, sonra “Ben ne kadar böyle devam edeceğim, hayat geçiyor” de ve yaşamak istediğin hayatı bul. Deniz’in adadaki evi Selçuk’un evinin yanında. Komşular. Ancak bir de şehirde (Adalılar adanın merkezine “şehir” diyor) bir evi var. Şimdilerde dükkan olmuş. Bizi davet ediyor. Bu sezon ilk defa yaptığı takıları, çantaları satacak, orayı hem dükkan hem atölye gibi kullanacakmış. Ertesi gün yola çıkmadan uğrayacağımızı söylüyoruz. Aslında kalkmak istemiyoruz ama ertesi gün dönüyoruz, yola yorgun çıkmayalım diyoruz… Son gün sabah aynı zamanda Raki restoran olan otelin kahvaltı salonunda harika bir kahvaltı ediyoruz. Tabaklarımıza konan “pişi” ile (Bir tür pişmiş hamur –içi boş ya da peynirli olarak servis edilir) çocukluk günlerime dönüyorum. Fonda Radyo Beyoğlu çalıyor. Şarkılar süper. Zeynep dün akşam Rıfkı ile birlikte yatmış, ancak akşam resepsiyonda bekleyen görevli bu durumu diğer arkadaşlarına söylemeyi unutmuş. Tevekkeli değil sabah herkes Rıfkı’yı göremeyince panik halinde dolanıyordu ortalıkta. Kahvaltı sonrasında uğrayacağımız iki yer var. Adada yeni açılan Eski Postane Oteli ve Deniz Barlas’ın Namazgah Meydanı’ndaki dükkanı.
Eski Postane Oteli 1800’lü yıllarda Bozcada Gümrük Karakolu olarak inşa edilen bina Cumhuriyet döneminde postane olarak hizmet vermiş, adını da zaten buradan alıyor. Otelin sahibi, aslında mühendis olan Füsun Hanım (Ölmez) uzun yıllardır yaz tatillerinde adaya gelenlerden. Sonrasında o da adaya yerleşme ve burada bir şeyler yapma kararı vermiş. 2010 yılının Şubat ayında bu binayı bulunca da isteğine kavuşmuş. Biz gittiğimizde mutfak henüz kahvaltı servisini yeni bitirmişti. Kolalı beyaz örtüler, çeşit çeşit poğaçalar, gelincik, karpuz, domates, portakal kabuğu reçelleri, patlıcanlı börek, incir marmelatı… Eski Postane’nin kahvaltısı meşhur dememe gerek var mı? Otelin 7 odası var. Füsun Hanım her şey çok özenmiş, bembeyaz dantelli, kenarlarında E.P. işli nevresim takımları, havlular, buram buram lavanta kokan yüksek tavanlı odalar.
Sandviç diye de bir pencere yapmışlar. Adada denize gitmeden yanında içeceğini, yiyeceğini götürmek isteyenleri düşünmüşler. Haklılar da, zira adadaki her plajda yemek yiyebileceğiniz bir kafe, restoran vs. bulunmuyor. Füsun Hanım’ın ada ilgili daha pek çok hayali var. İlk arzusu otelin oda sayısını arttırabilmek. Daha oturmak istiyorduk ancak feribota binmeden Deniz Barlas’ın da butiğine uğramak istediğimiz için Füsun Hanım’a veda etmek zorunda kalıyoruz.
İstanbul’a dönüş yolunda yiyelim diye meyve alıyorum. Meyveler kese kağıdı ile veriliyor, poşet torba yok. Sonradan öğreniyorum ki 5 Haziran 2011’de Belediye naylon, plastik poşet kullanımını yasaklamış adada. Mutlu oluyorum, keşke diyorum büyük şehirlerde de bu sistem benimsense. Zeynep ile Namazgah Meydanı’na yürüyoruz. Namazgah Caddesi üzerinde 27 numarada Deniz Barlas’ın “İsviçre Çakısı” olarak nitelendirdiği dükkanı.
Deniz Barlas’ın elde yaptığı boncuk kolyeler, kendi tasarladığı gümüş takılar, her biri ayrı desende çiçekli kumaştan yapılmış çantalar, Lisa Corti yastıklar, özel yapım koltuklar satılıyor dükkanda. Özenle döşenmiş. Harika da bir bahçesi var. Bize erik şurubu ikram ediyor Deniz.
Bahçede oturup sohbete dalıyoruz. Kışları bu dükkanı resim ve seramik atölyesine çevirmeyi planlıyorlar. İstanbul’dan, iş hayatının kadınlar üzerindeki zorluklarından, yaş kaça gelince artık yetti deyip tempoyu bırakmak, işten sıyrılmak gerektiğinden söz ediyoruz. Ortak noktamız ada. Zeynep’le Deniz’e komşu olmayı planlıyoruz. Deniz bu kararımızdan çok memnun; “O vakte kadar beklemeyin, sık sık gelin adaya” diyor. İstemesek de kalkıyoruz. Yol üzerinde gördüğüm Bozcaada Kitapçısı’na uğramak istiyorum ancak kapalı. Dükkanın kapısındaki yazı Bozcaada’danın felsefesini ve aslında çoğumuzun hayalini anlatıyor; “Bazen Kapalıyız”. Otele dönüp eşyalarımızı arabaya koymadan önce ModAda’yı keşfediyoruz. Kendi üretimleri olan seramik biblolar ve kıyafetlerin satıldığı bu dükkândaki melek figürlerine bayılıyorum.
Mavi tonlarda iki meleği başucuma koymak üzere satın alıyorum. Zeynep’in tercihi kırmızıdan yana. Dükkândaki kıyafetler de gene dükkânın sahibi Hülya Koloğlu tarafından tasarlanıp dikilmiş.
Alışverişimizi tamamlayıp öğle yemeği için Limani Otel’e geri dönüyoruz. Raki Restoran’ın en güzel manzaralı masasına oturuyoruz. Mutfak Ramazan Bey’den soruluyor. Menüde asma yaprağında enginar, kabak çiçeği dolması, kabak çiçeği kızartması, kalamar, ahtapot, lor peynirli biber kızartması var. Yemek sırasında Ramazan Bey’le koyu bir yemek sohbeti yapıyoruz. Yemeği sevdiğimizi ve değişik tatlar denemek istediğimizi anlayınca bize tereyağında karides getiriyor, böcek ayıklama işini Zeynep’e bırakıyorum.
Tatlı olarak ise fırında helva deniyoruz. Ramazan Bey bizim yeme potansiyelimizden biz onun yemeklerinden memnun masadan kalkıyoruz. “Müşterilerimizin yaptığımız yemekleri beğenmesi, tabakların boşalması bizim için en büyük mutluluk” diyor. Biz adadan ayrılırken Ramazan Bey’in pek mutlu olduğunu söylememe gerek var mı? Zeynep’in Rıfkı ile vedalaşması uzun sürüyor. Dönüş yolunda ikimiz de gayet sessiz haldeyiz. “Neden dönüyoruz?” diye soruyoruz birbirimize. Sonra bu soruyu sormanın bizi mutsuz ettiğini fark edip onun yerine “ Ne zaman adaya dönüyoruz?” diye sormaya başlıyoruz.
Sana Not: Bozcada maceramızın 1. bölümünü okumak için buraya, 2. bölümünü okumak için de buraya tıklamalısın.
Bana Not: Haftaya Limani Otel’e Eylül ayı için rezervasyon yaptırmayı unutmamalıyım.
Bir cevap yazın