Brüksel Zuid-Midi tren istasyonundan kalkan Gent-St. Pieters trenine biniyorum. Saat 11:32. Bugün Gent’e ayırdım. 32 dakika süren tren yolculuğum sırasında Gent ile ilgili notlarıma göz atıyorum. Ipodumda twitter sayesinde yeni keşfettiğim Can Bonomo çalıyor.
Gent’e vardığımda St. Pieters tren istasyonundan çıkınca kolay taksi bulamayacağımı anlıyorum ve istasyonun sağ tarafına yürüyerek Peron 20’nin bulunduğu tramvay durağına gidiyorum. Üzerinde Meelle- Leeuw yazan 21 numaralı tramvaya binerek bilet parası olan 2 Euro’yu vatmana uzatıyorum ve şehir merkezine doğru yola koyuluyorum. 6 durak ve 14 dakika sonra binaların arasından yükselen 91 metre uzunluğundaki çan kulesi Belfry’i görünce tramvaydan iniyorum. Düşman yaklaştığında halkı uyarmak için kullanılan bu kule şu anda UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor.
Şehirde geçirecek dolu dolu 4 saatim var. Gent’i yürüyerek keşfetmeye karar veriyorum. Sırtımı Belfry’e verip sola dönüyorum. Tam karşısındaki St. Bavao’s Katedrali nefes kesiyor. Belfry ve Katedral’in arasında kalan Tiyatro/Sinema Binası’nın (Civic Theatre) köşesinden sağa dönerek arka sokaklara doğru yola koyuluyorum. Sonradan şehirdeki tüm yolların bu meydana çıktığını öğreniyorum.
Arka sokaklara adım atar atmaz şehrin modern havası bir anda değişiyor ve 15. yüzyıla doğru yolculuğum başlıyor. Tahta bir köprünün altından geçerek Nederpolder Caddesi’ne gelince sola dönüyorum. Sol köşede Batı Avrupa’nın en eski oteli Sint- Jorishof yer alıyor. Burgundy’li Maria da 1477 yılında burada kalmış. Otelin tam karşısında ise arka tarafı İtalyan Rönesans mimarisini, ön tarafı ise 16. yüzyıl Flaman Gotik tarzını yansıtan Belediye Binası (Town Hall/StadHuis) ihtişamlı şekilde beni selamlıyor.
Belfortstraat’a sapıyorum ve yolun sonundaki 12. yüzyılda inşa edilmiş St. Jacobs Kilisesi’ni ziyaret ediyorum. Sonra Kammerstraat’ı takip ederek Vrijdag Markt’a (Cuma Pazarı) doğru yürüyorum. Vrijdag Markt oldukça kalabalık bir meydan. Etraftaki kafeler ve restoranların önlerinde yer alan masalar soğuk bira içerek güneşin tadını çıkarmak isteyenlerle dolu. Vrijdag Markt’ın en ilgi çekici binası 20. yüzyılın başlarında inşa edilmiş olan “sosyalistlerin evi” olarak bilinen Ons Huis/Bond Moyson. Bir zamanlar Gent’in ilk hastanesi olarak hizmet vermiş bu binanın Art Nouveau tarzı pencerelerinin fotoğraflarını çekiyorum. Bu meydanın tam ortasında ise asker/halk kahramanı Jacob Van Artelvelde’nin parmağı ile İngiltere’yi işaret eden heykeli yer alıyor.
İçki içen, yemek yiyen insanları görünce acıktığımın farkına varıyorum ve nerede yemek yesem diye bakınıyorum. Deniz mahsullü makarnası ile Eden’in (Vrijdagmarkt 20) ve lezzetli balığı ile De Jacob’un (Vrijdagmarkt 16) arasında kararsız kalıyorum. Yemek sonrasında Ons Huis/Bond Moyson Binası’nın yanındaki Meerseniers Straat’ı takip ederek yürümeye devam ediyorum. Zuivel Köprüsü’nü geçip Kraanlei’ye doğru kıvrılıyorum.
Önce 67 numaradaki Huis Alijn Shop gözüme takılıyor. Burası harika bir müze dükkanı. Huis Alijn bir günlük yaşam müzesi, her günkü hikayemizin tarihini anlatıyor. Dükkanda oyuncaklar, eski araba dergileri, kağıt bebekler, beslenme çantaları, model arabalar satılıyor. Zaten beni bu dükkana çeken de vitrine koydukları model arabalar oluyor. “Sakallıya hediye alırım belki” diye düşünerek içeri dalıyorum. Mağazadaki tezgahtar ne yazık ki İngilizce bilmiyor, ben Flamanca konuşmaya başlayınca şaşırıyor. Bana bir kitap hediye ediyor.
Julie’s House’a gelince bu küçük pastaneden gelen güzel kokulara teslim oluyorum. Yemek sonrası tatlı hakkımı burada kullanıyorum. Şeftalili tartı satın almam ve mideye indirmem toplam 8 dakika sürüyor.
Bu cadde üzerindeki ikinci keşfim ise Huiswaluw (Jan Breydelstraat 33). İçeride eviniz için ne ararsanız var, tabaklar, servis kapları, masa örtüleri, saatler… Kırtasiye bölümü olduğunu da duyunca, kapaklarını tasarımcıların renklendirdiği defterlerden birkaç tane alıyorum. Kasaya gelince ahşap hayvan şeklinde broşlar gözüme çarpıyor. Önce yavru ceylanı Ceylo’ya doğumgünü hediyesi diye, sonra minik kirpiyi kendime öylesine hediye olarak alıyorum.
Sokakta ilerlerken “Gent’te görülmesi gereken yerler” listemde bulunan Design Museum (Tasarım Müzesi) karşıma çıkıyor. Burayı gezmek için kendime yarım saat ayırabiliyorum ancak. Biliyorum yetmeyecek, aklım kalacak, ama olsun.
Kleine Vismarkt’a (Küçük Balık Pazarı) gidiyorum. Makinem tekrar kılıfından çıkıyor. Bol bol fotoğraf çekiyorum bu renkli meydanda. Solda 1180 yılında yapılan Castle of the Counts yer alıyor. Az ileride ise Gent’in ilk ticaret limanı Graslei en Korenlei bulunuyor. Burası birçok seyahat kitabı ve dergisinde “Avrupa’nın en güzel şehir manzaralarından biri” olarak seçilmiş.
Köprüden geçerek Jan Breydel Straat’ta yürüyüşüme devam ediyorum. Solda Gent’te tek kalan ahşap evi görüyorum. Güneş yavaş yavaş alçalıyor. Artık dönme zamanı. Gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri olan St. Michael Kilisesi’nden sola Pakhuis Straat’a doğru kıvrılıyorum. Biraz ilerideki gene Gotik mimari tarzında inşa edilmiş St. Nicholan Kilisesi’ni geçerek yürüyüşe başladığım meydana doğru ilerliyorum. Sağımda Gent’in en ünlü alışveriş caddesi Veldstraat yer alıyor. Veldstraat üzerinde ünlü Belçikalı çanta markası Delvaux’un köşesinden bu sefer 1 numaralı tramvaya binerek istasyona doğru yola koyuluyorum. Vatman 2 Euro bozuk parası olmayan ve kendisine 10 Euro uzatan Amerikalı turist kadını “Burası banka veznesi değil!” diyerek azarlıyor. 11 dakika ve 5 durak sonra tekrar istasyondayım.
Brüksel’e geri dönmek üzere 10 numaralı perondan trene biniyorum. Karşıma sırt çantası ile seyahat eden iki İngiliz kız oturuyor. En fazla 20 yaşındalar ve Brüksel’e gidecekleri için çok heyecanlılar. Kontrol memuru biletimi kaşeliyor ve bana iyi yolculuklar diliyor. Kitabımı çantamdan çıkarıyorum ama 2. sayfada gözlerim kapanmaya başlıyor, yorulduğumun farkına varıyorum. Akşam Karen ile birlikte Brüksel’in en hip restoranı Belga Queen’de yemek yiyeceğiz. Biraz kestirmek için 28 dakikam var.
Not: Bu yazı İstanbul&İstanbul Dergisi Temmuz sayısında yayınlandı. Dergi versiyonunu okumak istersen buraya!
Bir cevap yazın