Renkli seramik ve çinilerle süslü, balkonlarından çamaşır sarkan apartmanlarına, Arnavut kaldırımı dar sokaklarına, şehrin her yerine giden sarı tramvaylarına, akşamları restoranlardan yükselen fado şarkılarına hayran kaldığım Lizbon daha önce gördüğüm tüm Avrupa şehirlerinden çok farklı.
Lizbon’da geçirecek 4 günümüz var. Konaklamak için 18. yüzyıldan kalma, otele dönüştürülmüş bir ev olan As Janelas Verdes’i tercih ediyoruz. Neo – klasik tarzda döşenmiş odamızın banyosu kocaman. Otel personeli çok güler yüzlü. Sabah kahvaltılarını otelin sarmaşıklarla örtülü bahçesinde yapıyoruz. Akşamüzeri, yemeğe gitmeden önce ise otelin çatısındaki kütüphanenin terasında bir şeyler içiyoruz (Rua das Janelas Verdes 47 – 35/1 21 396 8143; www.heritage.pt). Otel şehir merkezine 15 dakika yürüyüş mesafesinde yer alıyor. Lizbon’a bir daha gidersem “En İyi Otel” ödülünü de alan, 19. yüzyıldan kalma saray yavrusu Olissippo Lapa Palace’de kalmak istiyorum (www.lapapalacelisbon.com).
Lizbon’u tepeden seyretmek için Baixa’daki Neo-Gotik tarzda çelikten inşa edilmiş Elevador de Santa Justa’ya biniyoruz. Ahşap kabinlerle yukarı çıktığımızda manzaraya hayran kalıyorum. Asansörün tepesinde kahve ya da meyve suyu içebileceğiniz küçük bir kafe de var. Asansörün tepesinde Sao Jorge kalesinden Carmo klisesine dek pek çok yapıyı görmeniz mümkün. Sonrasında şehirde dolaşmaya çıkıyoruz. Teatro Nacional Dona Maria II- Rossio meydanını, şehrin en kalabalık alışveriş caddesi olan Rua Augusta ve Avenida de Liberdade’yi (Özgürlük Bulvarı) dolaşıyoruz. Daha sonra Ocenario de Lisboa’ya gidiyoruz. Expo 98 için tasarlanan ve bu sene 13. yılını kutlayan Ocenario de Lisboa (Lizbon Akvaryumu) Avrupa’nın en büyük akvaryumlarından biri (Santa Maria dos Olivais; 35/21- 8 917 006; www.oceanario.pt).
Ertesi gün araba kiralayarak Sintra’ya doğru yola çıkıyoruz. Kayaların üzerine oyulmuş bir masal şatosunu andıran Palacio de Pena’yı ve sonrasında Palacio Nacional de Sintra’yı geziyoruz. Kendimi Alice Harikalar Diyarında gibi hissediyorum.
Sintra’ya geliş sebebimiz bu müzeleri görmek değil aslında. Gezi notlarım arasında yer alan oyuncak müzesine gitmek istiyoruz. Museu do Brinquedo’da (Oyuncak Müzesi) 40.000’den fazla oyuncak yer alıyor. Koleksiyon 15 yılda tamamlanmış. Ben elbette Barbie bebeklerin olduğu odada donup kalıyorum. Barbie’nin Burberry, Dior koleksiyonlarını taşıyan bebeklerinden benim de olsun istiyorum. Müzenin eski oyuncakları satın alabileceğiniz ufak bir dükkânı da bulunuyor (Rue Visconde de Monserrate, 2710, Sintra; 35/21-924 2171; www.museu-do-brnquedo.pt).
Sintra’dan dönüşte Lizbon’un en güzel plajlarından biri olan Cascais’e uğruyoruz. Sakallı denize giriyor, ben ise soğuk diye cesaret edemiyorum. Ertesi gün Alfama sokaklarını keşfe çıkıyoruz. Rua de Sao Pedro’da sabah erken saatlerde balık pazarı kuruluyor. Şehrin en güzel katedrallerinden biri olan Sé’de Alfama Bölgesi’nde.
Sonrasında Baixa ve Avenida Bölgesi’ne gidiyoruz tramvayla. Burada Praça dos Restauraodores’te yürüyoruz. 1755’teki büyük yangından sonra Avrupa’nın ilk planlı şehir merkezi Lizbon’da Baixa Bölgesi’nde inşa edilmiş. Son gün ise sabahtan Gülbenkian Museum’a gidiyoruz. Müze çıkışında ise Baixa, Bairro Alto ve Alfama’dan geçen 28 numaralı tramvaya binerek yokuşlarıyla İstanbul’u ve sarı tramvayları ile San Fransisko’yu andıran bu şehri bir kez de tramvayla geziyoruz.
Bairo Alto Bölgesi’nde yazarların ve entelektüellerin gittiği, Art Nouveau tarzda döşenmiş Chiado’s Cafe Brasileira’da akşamüzeri bir şeyler içiyoruz. Bir gece Graça isimli restoranda muhteşem şehir manzarasını izleyerek harika deniz ürünleri yiyoruz (Rua Damasceno Monterio, 9B), bir gece de fado dinlemeye 1947’den beri hizmet veren Casa de Fados’a gidiyoruz ve kendimizi Lenita Gentil’in sesiyle baş başa bırakıyoruz. Fado’nun doğduğu yer Alfama Bölgesi. Burada akşam fado dinleyebileceğiniz bir sürü restoran/cafe var. Fado, erkeklerini denize uğurlayan kadınların onların ardından yaktıkları ağıt. Lizbonluların sofralarından çorba, patates ve pirinç pilavı eksik olmuyor. Bir diğer baş tacı ise deniz mahsulleri. Ginjinha –bir çeşit vişne likörü- ve porto Lizbonluların en çok tükettiği içkiler. Michelin yıldızlı restoranı Eleven ve şehrin en popüler gece kulübü Lux de listemde.
Başta Portekizliler olmak üzere Lizbon’daki herkes haftasonları Belem Sahili’ne akın ediyor. Buradaki Jeronimos Manastırı’nı ve seferden dönen denizcilerin yanaştıkları Belem Kalesi’ni görmeyi listeme eklemiştim ancak ilk durağım Pasteis de Belem isimli pastane oluyor. Jeronimos Müzesi’nin hemen yanındaki bu pastane 1837’den beri hizmet veriyor. Lizbon’un sembolü olan içi krema dolu milföy hamurundan tartların (pasteis de nata) hastası oluyorum. İlk ikisini sade, üçüncüsünü ise üzerine pudra şekeri dökerek yiyorum. Sonrasında sayıyı kaçırıyorum; kahvaltı sonrası, öğlen arası, akşamüzeri, yemek öncesi, yemek sonrası bu lezzetli tartlardan yiyorum (Rua de Belem 84; 35/121- 363 7423; www.pastaisdebelem.pt)
Bir öğleden sonra şehir merkezine 25-30km. uzaklıktaki Avrupa’nın en büyük outlet mağazası olan Freeport’ta gidiyoruz. Versace, Burberry, Hugo Boss gibi lüks markaların bir önceki sezon ürünlerini burada %50- %70 indirimle alabilirsiniz (Avenida Euro 2004, 2890-154 Alcochete; 35/1 21- 2 343 500/01; www.freeport.pt). Freeport dönüşünde ise Expo 98 için kurulmuş olan bölgede yer alan Vasco da Gama Alışveriş Merkezi’ne uğruyoruz (Avenida D Joao II Centro Vasco da Gama, Lote 1990-094; 35/218- 930690; www.centrovascodagama.pt). Alfama bölgesinde her Salı ve Cumartesi sabah 06:00 ile akşamüzeri 17:00 arasında kurulan ve ikinci el kıyafet, mobilya ve eşyalar satılan büyük pazar Feira Da Ladra’yı ise başka bir Lizbon seyahatimde görmek üzere listeme ekliyorum (www.feiradaladra.net).
Bir cevap yazın